JEOPOLİTİK KIRILMA
Dr. Ataalp PINARER
15 Temmuz’da Türkiye’de gerçekleşen başarısız darbe girişimini Fettullahçı Terör Örgütü (FETÖ)’nün gerçekleştirdiği açıkça ortaya çıkmış, darbenin arkasında ABD ve CIA’nın olduğuna yönelik birçok delil ve emare gazetelerde yer almıştır. Bu darbe girişimi ile Türkiye beka derecesinde bir tehditle yüzleşmek durumunda kalmış, bu tehdidi halkının kahramanca direnişi, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın cesareti ve liderliği ile bertaraf edebilmiştir.
ABD ve Batı adeta suçüstü yakalanmıştır. ABD ve AB basını FETÖ’nün Türkiye Cumhuriyeti’ni yıkarak demokratik olmayan bir İslam Devleti’ne dönüştürme yolunda girişmiş olduğu bu alçakça saldırıyı adeta görmezden gelmekte, tersine Türk Devletinin kendini korumak adına, Anayasa’ya uygun tedbirlerine saldırmayı tercih etmektedirler. Darbeyi adeta liberal, demokratik ortamı ortadan kaldırmayı amaçlayan seçimle gelmiş demokratik hükümetin yaptığını ima etmekte; darbecileri ise bu değerleri korumak isteyen “demokrasi ve insan hakları savunucuları” gibi göstermektedirler. Türkiye’nin dostu ve müttefiki olan bu devletler için, “böyle dost düşman başına” demek gerçekten çok uygun düşmektedir.
Gelinen noktada Türkiye, uluslararası arenada dost, düşman ayrımını tekrar yapmak durumunda olduğu tarihi bir kavşaktadır. Bu jeopolitik bir kırılma anıdır. Dost bilinenden gelebilecek bir darbenin ne kadar öldürücü olabileceği görülmüştür.
Avrupalıların Türkiye’yi Avrupa Birliği’ne almayacakları, sorumluluğu üstlerinden atmak için bahane arayışında oldukları artık anlaşılmıştır. Türkiye’nin kendi çıkarlarını öne alan, ABD’nin küresel stratejilerine “ters” düşen, bağımsız politikalar izlemesi ABD’yi ciddi şekilde rahatsız etmiştir/etmektedir. Mevcudiyeti için ABD’ye bağımlı, onun sözünden çıkmayacak, dinci, antidemokratik, faşist bir rejim kurmak için, ABD yönetiminin böylesi bir darbenin arkasında olmayı göze alması, Türkiye için alarm zillerinin çalması demektir.
Emperyalizmin Dünya’yı şekillendirmesi hızlanmıştır. Bu şekillenme sırasında özellikle Ortadoğu olmak üzere, Müslüman ülkeler coğrafyası tam bir istikrarsızlık yumağı haline gelmiştir.
Müslüman ülkelerinin otoriter sistemlerinin ve rasyonel düşünce üretemeyen kültürlerinin neden olduğu istikrarsız yapı sadece bu coğrafyalarda değil dünyada da güvenlik kaygılarının artmasına neden olmaktadır.
Bu bölgeler önemli ticaret yolları üzerinde bulunmakta ve tarihi olarak önemli bir ekonomik yapılanmayı içinde barındırmakta, başta ABD, AB ve Rusya olmak üzere tüm güçlerin ilgisini çekmektedir.
ABD’nin kendi varlığını ve tek süper güç olma konumunu devam ettirmeye yönelik çabaları doğrultusundaki müdahale ve eylemleri istikrarsızlığın önemli bir parçasını oluşturmaktadır.
Brezezinski’ye göre: ABD küresel egemenliğinin arkasında dört temel unsur yatmaktadır; Askeri güç, ekonomik güç, teknolojik üstünlük ve kültürel yayılma. Bu etki alanının korunması sürekli bir mücadele gerektirmektedir. Bu direkt ya da dolaylı müdahale anlamına gelmektedir. ABD her dönemde kendini uluslararası güç dengelerinin bekçisi olarak görmüştür. Bu güç dengelerini bozan, ya da bozmak isteyen tüm ülkeler, ABD’nin her dönemde doğal düşmanı olmuştur. Burada belirleyici olan etken ABD’nin algılamalarıdır. Niyetinin olumsuz olduğu düşünülen ülke, uluslararası arenadan yok edilmeye çalışılır. Yani “devletler ve yönetimler ABD ile uyumlu olduğu sürece varolur. Uyumsuz devletler ya da yönetimler ülke sınırlarına en uzak noktada bertaraf edilerek, ulusal savunma hattının zarar görmesi önlenir.” Brezezinski Avrasya ile ilgili değerlendirmesi’nde ABD açısından bu tehdidin kimler tarafından oluşturulabileceğini şöyle açıklamıştır.
“...Amerikan jeostratejisinin formülleştirilmesinde çıkış noktası, kilit oyuncular üzerinde odaklanma ve arazinin doğru değerlendirilmesi olmalıdır. Bunun için iki temel adım gereklidir. Birincisi, uluslararası güç dağılımında potansiyel olarak önemli bir kaymaya neden olabilecek güçte ve jeostratejik olarak dinamik Avrasya devletlerini teşhis etmek; bunların siyasal seçkinlerinin merkezi dış amaçlarıyla bunlara ulaşma arayışlarının olası sonuçlarını deşifre etmek; konumları ve/veya varlıkları daha aktif jeostratejik oyuncular ya da bölgesel koşullar üzerinde hızlandırıcı etkilere sahip olan jeopolitik olarak önemli devletleri tespit etmek. İkincisi, yaşamsal ABD çıkarlarını korumak ve geliştirmek üzere yukarıdakileri devre dışı bırakmak, birlikte karar vermek ve/veya kontrol etmek amacıyla belirli ABD politikaları geliştirmek ve küresel ölçekte, daha özel ABD politikaları arasında bağlantı kuracak daha kapsamlı bir jeostratejiyi kavramsallaştırmaktır. Kısacası ABD için Avrasya stratejisi, Amerika’nın eşsiz küresel gücünün kısa vadede korunması ve bunun uzun vadede kurumsallaştırılmış küresel işbirliğine dönüştürülmesi şeklindeki iki Amerikan çıkarını koruyarak jeostratejik açıdan dinamik devletlerin ve jeopolitik katalizör devletlerin dikkatle ele alınmasını içerir.”
Ünlü İtalyan iktisatçı Vilferedo Pareto, Amerikan dış politikalarını etkileyen önemli isimlerden biridir. Pareto’nun geliştirdiği “Elit Teorisi” Amerikan müdahalelerini anlayabilmek için önemli bir kaynaktır. Henry Kissinger’e göre “...ABD’nin nihai hedefi demokrasi, serbest ticaret ve uluslararası hukuka dayanan bir küresel uluslararası düzeni, normal düzen olarak görmektir.” Özgür olmayan toplumlarda hukuk anlayışının bulunmadığı düşünülürse, bu devletlerin ABD’nin potansiyel hedefi haline gelmesi kaçınılmazdır. Pareto’nun “Elit Teorisinde” değindiği özgürlük denklemine göre insanlar özgür olmak zorundadır. Özgürlük bir gereklilik değil bir mecburiyettir. Çünkü özgür olmayan toplumlar hiçbir zaman barışçı kalamaz ve birgün mutlaka özgür toplumların özgürlüğünü tehdit ederler.
Günümüzde istikrarı korumaya yönelik, koşulsuz özgürleştirme çabaları istikrarsızlığın ana kaynağı haline gelmiştir. 20 nci yüzyılda başlayıp bugünlere kadar gelen bu müdahaleci zihniyet, özgürlük adına, birçok özgürlüğü yok etmiştir. Yok edilen özgürlüklerine yeniden kavuşmak için mücadele eden her halk, hangi coğrafyada olursa olsun ABD müdahalesine maruz kalmıştır. Hiçbir halk ABD ile uyumlu olmadığı sürece kendi arzuladığı özgürlüğü yaşayamamıştır.
ABD’nin uyguladığı müdahale sistemi sonuçları itibariyle iki temel unsur üretmektedir. Birincisi ABD’nin sürdürülebilir üstünlüğü, ikincisi ise sürekli kriz ortamı.
1991 yılından, Sovyetler Birliği’nin dağılması ve Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte, ABD kendisine rakip olabilecek bir alternatifin olmayışı sebebiyle tek süper güç adı altında dünya hegemonyasına hedefini gerçekleştirmek üzere çalışmalarına hız vermiştir.
Bu çerçevede, küreselleşme ve Yeni Dünya Düzeni kavramları dünyaya tanıtılmış, sürekli reklam edilmiş ve daha sonra net bir ABD politikası haline getirilmiştir. Bu kavramlar, ABD çıkarlarının aracı olarak yoğun olarak kullanılmaktadır veya ABD çıkarları için bilinçli olarak dizayn edilmişlerdir.
Küreselleşme adı altında, ulusal egemenlik, ulusal kültür, ulus-devlet ve ulusal/bağımsız ekonomi kavramlarına karşı çok açık bir saldırı başlatılmıştır.
ABD bir taraftan kültürel endüstrisi (film, kitap, dergi, internet siteleri) ile küresel bir hegemonya maksatlı saldırı başlatmış durumda iken diğer taraftan, soğuk savaşın bitimi ile zor duruma düşen silah sanayii’ni ayakta tutmanın yollarını aramaya başlamıştır.
Orta Doğu, nispeten zayıf ve yapay olan yapısıyla, ABD’nin dünya ölçeğinde başlayacağını ilan ettiği düzenleme faaliyetlerine başlangıç için en uygun zemin olarak göze çarpıyordu. Büyük Ortadoğu Projesi bu maksatla dizayn edildi ve uygulamaya sokuldu. ABD’nin yeniden şekillendirme politikasının ilk durağı Irak oldu. Daha sonra “Arap Baharı” adı verilen halk hareketleri ile müdahale sürecinin hızlandığına şahit olduk. Mısır’daki askeri darbenin ABD ve AB tarafından desteklenmesi, müdahaleci anlayışlarını ve bu müdahalelerin, savunageldikleri demokrasi ve özgürlüklere ters düşmesine bile kendi çıkarları için aldırmadıklarını gösteren çarpıcı bir örnek olmuştur.
Eski Sovyet Coğrafyasında ortaya çıkan “Turuncu Devrimler” de benzer bir mekanizmayla ortaya çıkmıştır.
ABD, girdiği ülkelerde kapitalist çarkların en azından ABD’nin ekonomik çıkarları ile uyumlu, Amerikan mallarının pazarlanabileceği, serbest piyasa anlayışının en azından Amerikan şirketlerinin hareket sahasında serbestçe hareket edebileceği bir sistemin oluşturulmasına yönelik politikalar benimsemektedir. Çünkü ABD, kurulduktan kısa bir süre sonra aşırı üretimini dışa pazarlamış ve böylece kendi iç piyasasındaki üretim fazlasının dışarıda tüketilmesini sağlıyarak ekonomisini dengeleyebilmiştir. Özellikle 1929 yılında yaşanan Ekonomik Buhran’dan ders çıkarmış olan ABD, Avrupa’ya Marshall Planı çerçevesinde yardımlar yapmış ve böylelikle ekonomik gelişimini sürdürebilmiştir.
Orta Doğu’da ise durum daha farklıdır. Kapitalizmin ihracı süreci, 2 nci Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa devletleri ve Japonya için önemli ölçüde başarılı olmasına rağmen bu süreç dünyanın diğer bölgelerinde özellikle Orta Doğu’da pek önemli bir etkiye yol açmamış ve uluslaşamamış, devlet yapısı modernite öncesi normlara dayanan, otoriter rejimler altındaki Orta Doğu devletleri kapitalist anlayışı benimsememişlerdir. Bölgeyi kendi ihtiyaçlarına göre düzenleyerek Amerikan malları için bir pazar yapma düşüncesi ABD’yi yönlendiren itici unsurlardan biridir.
ABD’nin Irak petrollerinin hâkimiyetinden sonra İran’ı da çevreliyerek Hazar petrollerinin üretim ve dağıtımından sorumlu olmasının kendisine petrolün dünyaya dağıtılması hususunda çok büyük ayrıcalıklar sağlayacağı ve dünyanın enerji kaynaklarının kontrolünü ve endüstriyel üretimini her an etkileyebilme gücünü elinde bulundurmasını temin edeceği gözden uzak tutulmamalıdır.
ABD Orta Doğu’ya müdahale ile aynı zamanda tek gerçek stratejik müttefiki olan İsrail’in güvenliğini sağlamak hedefini de gerçekleştirmeyi ummaktadır. ABD Kongresi’nde büyük miktarlarda paralar akıtan Yahudi Lobisi güçlü diasporası ile ABD’nin özellikle Orta Doğu bağlamında benimsediği politikaları etkileyebilecek ve yönlendirebilecek bir güce sahiptir. İsrail ABD’nin bölgeye yapacağı askeri müdahalelerin başarıya ulaşmasını kendi güvenliği için hayati önemde görmektedir.
ABD revizyonist Rusya’yı çevreleme ve istikrarsızlaştırma adına, Doğu Avrupa, Ukrayna, Türkiye ve Ortadoğu’da kendi kontrolünü güçlendirmeye yönelik bir karşı hamle içine girmiştir. Bilindiği gibi, Putin’in iktidarı sonrasında Rusya, eski itibarını geri kazanma ve etki alanını kaybettiği bölgelerde tekrar tesis etme ve en azından görüntüde de olsa, dünya çapında bir güç merkezi yaratma politikalarına dönmüştür. Rusya’nın bu revizyonist politikaları 2008’de Gürcistan’a müdahalesi ile hız kazanmış, 2014 yılında Ukrayna’da gerçekleşen Batı yanlısı darbe sonrası, Kırım’ı ilhakı ve Doğu Ukrayna’daki ayrılıkçı ayaklanmayı fiilen desteklemesi, 2015 yılında Suriye’ye ağırlıkla hava unsurları ile müdahalesi ile devam etmiştir. Son günlerde Kırım’da Ukrayna ve Rusya arasındaki gerginliğin tekrar artış trendine girmesi, bu bölgede ve Karadeniz’de yeni gerginlik ve krizlerin habercisidir.
Türkiye’nin ülkeler arasında kalıcı dostluklar değil ancak, ulusal menfaatler olduğu bilinciyle, ulusal politikalar geliştirerek gücünü ve etkinliğini artırma yollarını aramaktan başka bir çaresi yoktur. Bunun için gerekli olan temel; rasyonel düşünce, akıl ve bilime dayanan bir kültür, evrensel normlara dayanan yüksek kaliteli bir eğitim ve dünyanın her bölgesi ve devleti ile ticaret ve ilişki içinde olmak ile kurulabilecektir. 21. Yüzyılın zenginlik ve refah yaratacak bölgesinin Asya-Pasifik ve Güney Asya bölgeleri olacağı göz önünde bulundurularak, milli bir jeopolitika geliştirilmesi atılacak ilk önemli adım olacaktır.
2656 Görüntülenme Sayısı