Ersiz Yaşanır… Evlatsız Yaşanır… Vatansız Yaşanmaz…
Temmuz 1935 Eskişehir
Cehennemin orta yerinde kavrulduğumuz zamanlardı. Kadınlar, kızlar, cephelerde uzuvlarını bırakıp gelen erler her gün Asiye Anne’nin avlusunda toplaşıp, vatanı müdafaa eden yiğitlere çorap örüp, çamaşır dikiyorduk. Millici gençler birkaç günde bir düşman cephaneliklerinden canları pahasına kaçırdıkları silahları, kurşunları, yaşlı ustaların gizlice yaptıkları bıçakları ve kamaları getiriyorlardı. Bizde mühimmatı çamaşır ve çorap yığınları arasına saklayarak, Tatar Hangeray Efendi’nin bize kara çarşafa bürünüp bohçacı kadın kılığında gönderdiği Kuvayi Milliyeci gençlere teslim ediyorduk. O vakitler biz bile bilmiyorduk. Meğer hazırladığımız erzak ve silahlar Çerkez Fevzi Efendi’nin Malhatun Sokağındaki evine gidiyormuş. İşgal yıllarında Fevzi Efendi’nin evi Müdafaa-yı Hukuk Cemiyeti olmuş. Cephaneler orada sıhhi malzeme sandıklarında saklanarak istasyon binasına kurulan Hilal-i Ahmer Hastanesi’ne gönderiliyormuş. Oradan da cepheye.
O kanlı günlerin birinde, yine Asiye Anne’nin avlusunda toplaştık. Asiye Anne cepheye ilaç hazırlıyor, yaralı askerler için toprak kaplara sülük dolduruyordu. Bizde ona yardım ediyorduk. Mirza Agam ve diğer erler dut ağacının altındaki taş sekiye oturmuş Asiye Anne’nin sardığı çok azı tütün gerisi mısır püskülünden cıgaralarını tüttürüyorlardı. Asiye Anne bize dönüp “Ses etmeyesiniz ha! Feleğin gözü çıksın bu yiğitleri bu hala koduğu için. Bu duman iyidir. Başlarına dolanan dumanı dağıtır” dedi. O sırada erlerden biri incecik sesiyle yemen türküsünü söylüyordu
Ansızın kapının tokmağı acı acı dövüldü. Arz- ü sema sarsıldı sanki. O dakka Mirza Agam koltuk değneklerine tutunarak kapıya koşuyordu ki yere kapaklandı. Asiye Anne “çekilin” diye bağırdı. “Gelen düşmansa bile beni ezip geçmeden size dokunamazlar.” Mirza Agam yeri yumrukluyordu. Gelen Kosovalı Rafet Bey’in eşi Elmas ablaydı. Tülbendini kulaklarının arkasına geçirmiş al entarisini yırtarcasına çekiştirerek avluya koştu. “Goşin celünler, cızlar Menbike Hanım komşim kapıcığa yıgıldi.” Yıldırım gibi eve koştum. Anam sündürmeden aşağıya beyaz bir bez sarkıtmıştı. Kartanayın kefeniydi bu. Eve girdiğimizde yere çökmüş ağlıyordu. Elmas tatay*( Abla) sergende duran işlemeli bakır sürahiden maşrapaya su doldurup uzattı. Kulpu tutarken anamın eli titriyordu. Vücudunu bir o yana bir bu yana sallayarak ilenmeye başladı. “Yarabbi gardaşlarımı, apakayımı* (koca) bağımı, bağcamı, kına rengi toprağımı moskofa verdim. Yurdumda düşman ezan sesini susturdu. Camilerimizi malla, davarla doldurdu. Canım dayanmadı bu mezalime. Balalarımı eteğime sarıp ak topraklara hicret ettim. Burada da düşman buldu bizi. Yine camilerimiz kopuk çizmesi altında kaldı.” Taş kesildik hepimiz. “Oğlum Canibeg İnönü cephesinde şehadete erdi. Düşmanı göndermedik mi biz” diye bağırdım. Asiye Anne susturdu figanımızı “Hele bi deyiver Menbike Hanım ne olduğunu?” Anam eliyle kalbini tutup “ Gelmiş düşman bacım Kütahya dağlarını aşıp yine gelmiş. Hem de ne gelme kâfir krallığı batasıca Konstantin bile gelmiş şehrin ortasında generallerine üstün hizmet nişanları takmış. Yunan kumandan “evlerine beyaz bayrak asmayanı kurşuna dizeceğiz” demiş. Yunan ordusunun askerleri Kurşunlu Külliyesi’ni Kumandanları da Fransız Mektebi’ni işgal etmiş. Turan Numune Mektebi’ni hastane yapmışlar. Odunpazarı semtindeki evlere el koymuşlar. Kurşunlu Camisi’ni tahrip etmişler. Artık ezan okutmayız demişler. Men evime bez değil kefenimi astım ölürüm teslim olmam. Artık bize yaşamak haram olsun. Savaşacağız bu toprak bizi kefensiz bağrına basacak. Gizliden er topluyor milliciler yarın sabah Kütahya cephesine götüreceklermiş." Hepimiz oğullarımıza baktık elimde bir tek Girayhanım kalmıştı. Daha on beşin de bile yoktu. Asiye Anne dönüp bize “kim kızanını gönderecekse akşam benim ocağımda toplanılsın. Yarın damat gibi yola revan olacaklar bu yiğitler” dedi. O gece Yasin-i Fetih suresini okuyarak sabahı ettik. Avluda kazanlar kurduk. Balaları yıkadık. En temiz esvaplarını giydirdik. Omuzlarına eşikten çıkarken birer kırmızı yazma örttük. Evden salavatlarla damat çıkarır gibi çıkardık. Gırımlı Menbike’nin torunu Girayhan, Kosova’ lı Elmas’ın oğlu Fatih, Arnavut Azime’ nin torunları Sinan, Melih Ejder, Alperen, Kahveci Hadi’nin oğulları Alparslan, Kerem. Balaların en büyüğü on altısındaydı. Elmas abla hepsinin çıkınlarına cıgara koydu: “ Bu uşaklar cıgara içiyor. Sevdaluğa benzer bu meret olmayınca hasretlik çektirir” dedi. Hiçbiri Kütahya Dumlupınar’dan geri dönmedi. Kara yazmalar bağladık başımıza. Bir sabah elinde beyaz yazmalarla Elmas abla çıka geldi: “ Kara yazmaları atın başınızdan celünler sarı paşa Mustafa Kemal Paşa İzmir’e girmiş. Yunanı denize dökmüş. Karalar bağlamak bitti. Acımızı yüreğimize gömeceğiz. Ersiz yaşanır… Evlatsız yaşanır… Vatansız yaşanmaz…”
- Balam Aybige’nin kınasında nereden aklıma geldiyse bu acı hatıralar. Alt kattan gelen çalgı sesleri asabımı iyice bozdu. Müzik sesi kulağıma geldikçe için için kızıyorum oğlan evine. Hiç istemedim bu çengi işini Allah var Aybigem de istemedi. Onca yıl yangın yerine dönen vatanımda gömütlüğe dönen ocağımda düğün dernek kurmakta neyin nesi o kadar direttim kaynanasına söz geçiremedim. O da haklı. Kürşad tek oğlu, ölümün koynundan almış yiğidini. Kürşatım hükümet konağında memur iki lisan biliyor. Önce rüştiyeyi sonra idadiyi bitirmiş. Milli mücadelede de ciğerim balam Canıbeg gibi gönüllü gitmiş eskere. Guzum dönemedi İnönü cephesinden. Kürşatım da döndüğünde bir kolu ve bir bacağı yokmuş. Lakin asıl acı yüreğinde yüzünü görür görmez anladım bunu. Yıllarca evlenmemiş. Aybige’ yi anası bir dost meclisinde görüp beğenmiş. Bana hadiseyi soyadı kanunu çıktığında hükümet konağının önünde tellalı dinlemeye gittiğimiz gün komşumuz Asiye Anne çıtlattı. “ Ana kıza göster oğlanı evlenecek olan o, ben onun sözüne bakarım. Hem iyi aile diyorsun kız oğlana yarım demezse benim nezdimde münasiptir. Kartanay* (Anne) da ağam Mirza Bey de ses etmez. Zira er mi kaldı memlekette buğday başağı gibi biçti geçti gâvur ” dedim. Oğlana kızı göstermişler. Kürşad “Yarım adamım ben” demiş kızı görünce “ Kıyamam bu yetime” demiş. Ben bu kelamları duyunca çok üzüldüm çünkü onu ilk gördüğüm an yüreğimin kışı ılıdı. Evlatlarımın akayımın*(Kocamın) kokusu geldi burnuma “O benim nezdimde tamdır. ZİRA ONUN OLMAYAN KOLU BACAĞI VATANDIR. İsterse veririm" dedim. Aybigem hiç itiraz etmedi. Hatta “Gönlüm aktı sevdim” dedi. Haftasında nişan taktık. Ülkemiz savaş yorgunu her şeyimiz az ama huzurluyuz çok şükür. Şimdi Helen Ordusunun çizmeleri altında halimiz nice olurdu. Balamın gelinliği, takıları, pabuçları hep emanet ama olsun vatanımız bizim ya başka ne istenir Yaratandan.
Geçen yıl tuttuğu altın olası yedi ceddi nur içinde yatası Kemal Paşamız “Artık kimse efendi, molla, ağa söyleviyle anılmayacak herkesin bir soyadı olacak” demiş. Kendi de Öz soyadıyla anılmak istemiş. Mustafa Kemal Öz. Lakin hem devlet ricali hem halk Atatürk demek istemişler. Mustafa Kemal Atatürk kabul etmiş gözüne kurban olduğum ona da zaten Atatürk yaraşırdı.
Bu hususla alakalı Kürşad evveli gün kuşluk vakti hükümet konağında beni çocuk gibi ağlattı. Bir gece önce kartanay, Mirza agam, Aybigem avluda oturuyorduk. Ansızın Kürşad çıka geldi. Hep beraber soyadı meselesini mütalaa ettik. Mirza Agam öyle çok konuşan bir adam değildir. Anamıza da Yemen cephesinden döndüğünden beri kırgın ilk geldiğinde ağızsız dilsiz kırk gün yattı. Gözünü açınca anamın suallerinden bunalıp olanı biteni anlattı. “ Neney Mekke Şerifi Hüseyin İngilizler ile anlaşarak Osmanlıya isyan etti ve ordumuzu arkadan vurdu. Biz Müslüman Osmanlı askerleri kâfir İngilizlerin yanında savaşan Araplara karşı Medine’yi müdafaa etmek felaketini yaşadık. Sırtımızdan bizi kendi silahlarımızla vurdular.” Anam bu sözleri duyunca Mirza Agamın yüzüne “Seni sefil köpek vatan için sakat kaldım diye aklını mı yitirdin. Bu nasıl iftira hemi de din kardeşlerimize” diyerek okkalı bir sille indirdi. Bir zaman sonra bu hadiseyi herkesten duyar olduk. O vakit kartanay agu yemiş sokak iti gibi günlerce uğunarak, uluyarak, ilenerek dolandı. Lakin bir daha Mirza Agam anasının yüzüne hiç bakmadı. Onca yıl ağzından duyulan kelam sayısı bir elin parmakları kadardı. Ama o akşam yüreğinde ne varsa ortaya döktü. "Neney benim halım ortada ben evlenemem” Agam Tanaltay Çanakkale cephesinde, kence balam Canibeg I. İnönü Muharebesinde, Geray’ım Kütahya Cephesinde şehit düştü. Soyadımızı devam ettirecek kimsemiz kalmadı. Kök saldığımız ata toprağımız Gırım’dan sökülüp atıldığımızda tüm erkeklerimiz 93 harbinde moskofa eman vermemek için orada can vermiş. Anavatana gelip sığınmışız. Neney bize yıllarca muhacir dediler. Agam Çanakkale’ye ben Yemen cephesine giderken hatırladın mı avluda sabaha kadar oturmuştuk. Seher vakti sarılıp helalleştik. Agam bana şöyle dedi “Unutma gardaşım uğrunda ölmediğin toprak senin değildir. Vatan için ölür de geri dönemezsek artık muhacir olmayacağız” dedi. Şimdi tastamam bu toprağın evladıyız. Amma velakin ata toprağı ile anılmak isterim. Madem soyadımızı benim koymamı istediniz "Kırımlı" olsun. Soyumuz kurudu bari mezar taşımızda yazsın aslımız” dedi. Anam ağlayarak eğilip agamın elini öptü. Ertesi sabah hükümet konağına varıp kütüğe "Kırımlı" soyadıyla geçip Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olduk. Hükümet konağından çıkmadan Kürşad yanımıza geldi. “Hayırlı olsun ana” “Bastığın yer nur olsun oğul” utanarak yüzümü elime alıp sordum. “Kürşatım sen kütüğe ne yazdırdın?” Kürşad eğildi önce kartanayın, Mirza Ağamın elini öptü. Sonra benim elimi öptü daha sıcak soluğu elimin üzerindeyken “ Kırımlı yazdırdım ana. Soyunuz benimle devam edecek. Ceddimiz Kırım’ı hep bilecek” dedi, hepimiz çocuk gibi ağladık. Küday Kürşatımı abad etsin. Soyu soylansın. Evlatları ve dahi onların evlatları âlim olsun. Han olsun. Hakan olsun.
2140 Görüntülenme Sayısı