• 21 Aralık 2024 Cumartesi
ÖĞRETMENİMİN EMANETİ 0 Yorum 0 BEĞENİ

ÖĞRETMENİMİN EMANETİ

İklil KURBAN
İklil KURBAN
Yazar

       

 İklil KURBAN

(Bu yazı Töre Dergisi’nin Nisan 1982 yılının, 131. Sayısında yayımlanmıştır.)

            Şahabettin ismini her dile alışımda, uzun yıllar önce şahit olduğum acı olaylar, daha dün olmuş gibi gözümün önünden geçer.

            1951 yılının son aylarındayız. Doğu Türkistan’ın Gulca şehrinde, “Ahmetcan Kasimi” Lisesinde talebeyim. Bir gün birden “suçluyu teşhir” toplantısı var denildi. 600 talebe lisenin büyük salonuna toplandık. Sahnede okul müdürümüz İsmail, matematik öğretmenimiz Abit, tarih öğretmenimiz Şahabettin sıralanmış olarak duruyordu. Boyunlarına siyah tahtalar asılmıştı. Tahtaların üzerinde isimleri yazılıydı. İsimlerin altında ise “Pantürkist” ibaresi. Etraf silahlı Çin askerleriyle dolmuştu. Manzara herkesi derin bir şaşkınlığa ve vehme düşürmüştü.

            Toplantıyı idare eden adam sözlerine şöyle başladı: “Bu öğretmenler hocalık yapmaya layık değildir; bunlar bizim düşmanlarımız olan Pantürkistlerdir.”  Bu konuşma üzerine, önceden hazırlanmış belli hainler ellerini kaldırarak söz aldılar. Hepsi sözlerini hakaretlerle dolduruyor ve Pantürkistlerin öldürülmesini talep ediyordu. Son olarak Pantürkistlere söz verildi.

            Müdürümüz İsmail Bey suçunu şöyle itiraf etti: “Evet ben okulda milli edebiyat ve tarih öğretimine ehemmiyet vererek gençlerin zihnini milliyetçilik ile zehirledim. Bunun Pantürkizm gayesinin temeli olduğunu ve suç teşkil ettiğini şimdi anladım. Bu büyük hatamdan dolayı sizlerden özür dilerim.”  

            Sıra matematik öğretmenimiz Abit Bey’e gelmişti, o da şunları söyledi: “Ben Sovyetlerdeki Panfilov şehri hakkında konuştum, Sovyetlerde tek bir Uygur şehri Yerket vardı, şimdi de onun adı da Panfilov olmuştur, diyerek milletçilik yaptığımı ve Pantürkizm yolunda yürüdüğümü, şimdi öğrendim, özür dilerim.” 

           Tarih öğretmenimiz Şahabettin Bey’in konuşması biraz farklıydı: “Evet milletimin tarihi ile uğraştım, yazdım, konuştum. İmkân buldukça zamanımı buna hasrettim. Sizlere göre bu çalışmam Pantürkizm’dir… Bunun sizce büyük cinayet olduğunu kabul ediyorum. Bundan dolayı beni idam edebilirsiniz.” Devamlı öksüren Şahabettin Bey otuz altı yaşındaydı. Akciğer vereminden mustaripti. Zaman zaman hastaneye yatıyor ve kan kusuyordu. “Suçluyu teşhir” toplantısına da hastaneden alınarak getirilmişti.

            Kuvvetli bir hatip ve tarihte derin bilgisi olan hocamızın dersini büyük bir zevkle dinlerdik. Bir saat bir dakika gibi geçerdi. Onun her sözü öğrencilere cereyan gibi tesir ederdi. Birisine kızdığı zaman “kendisinin kim olduğunu ve ne olacağını düşünmeden yaşayan insanlardan vatana ne hayır gelir” derdi. Bu sözler hâlâ kulaklarımdadır.

            Toplantıdan sonra öğretmenimiz Abit’in elleri bağlandı ve askerler tarafından götürüldü. İsmail Bey’in ise Ürümçi şehrindeki toplantıya götürüldüğünü öğrendik.

             Eve döndüğümde bu hadisenin tesiri ile perişan vaziyette idim. Bana her zaman en yakın yol gösterici olan babamdan “Pantürkist” sözünün manasını sordum. Babamın cevabı şöyleydi: “Oğlum dikkat et, bu sözü başka kimseden sorma. Bu, komünistlerin en kızdığı ve düşman olduğu bir kelimedir. Biz Müslümanlar hepimiz Panislam’ız ve biz Türkler hepimiz Pantürkist’iz. Dinini, milletini seven insan, dindaşlarının ve milletinin parçalanmasını, zayıflamasını istemez. Pantürkizm, Türk milletinin birliği demektir. Bizim en büyük gururumuz, şükrânemiz Türk olarak var oluşumuz ve Müslümanlığımızdır. Fakat komünistlere ve hainlere göre bu büyük bir suçtur. Onlar bu suçlamalarla bizi parça parça etmek ve yutmak isterler.”

            Aradan uzun zaman geçmemişti. Gulca’nın çamurlu ilkbaharından, aziz öğretmenim Şahabettin’in ölüm haberi gelmişti. Onu seven ve ona inanan talebelerden bir grup meydana getirerek gizlice evine gittik. Cenazesinde bulunmak ve onun dertli didarı ile son defa olarak vedalaşmak istiyorduk. Hakkın rahmetine kavuşmuş olan aziz hocamızın evi Gulca’nın fakir insanlarının oturduğu “Karadöng” mahallesinde idi. Şahabettin Bey bu mahallede doğmuş, milletinin bu fakir insanları arasında büyümüş, şimdi de burada millî dertler ile vefat etmişti.

            İki odadan müteşekkil eski evde annesi ve hanımı vardı. Hocamızın arkasından ağıt yakıyorlardı. “Ah bu fakirlik. Seni gereğince besleyip tedavi ettiremedik. Dünyaya yalnız geldin, yalnız gittin. Dünyada rahat yüzü görmedin. Kime güvenerek bizleri bırakıp gittin” diyerek hem ağlıyor, hem de bizlere sarılıyorlardı. Bizim için dayanılacak bir manzara değildi.

            Bu musibet acı, kalbimi ezdi. “Pantürkist” kelimesi benim için artık kutsal bir emanet haline gelmişti. O günden sonra bu sözü yüreğimin en derin yerinde sakladım.

            1951, 1955, 1958, 1962, 1966, 1970, 1975 yıllarındaki umumî tutuklamalarda milletimizin en asil ve cesur evlatları “Pantürkist” ve “antikomünist” diye tutuklanıp öldürüldüler.

            1980’de Türkiye’ye geldim. Gördüm ki bu sözün karşılığında Türkiye’de de “faşist” kelimesi kullanılıyor. Büyük bir hayal kırıklığına uğradım. Acaba, kendi topraklarına, millî istiklaline sahip olamamış, esir bir milletin; devamlı başkalarının tehdidi altında yaşamış fakir bir milletin “faşizm” ile ne alakası olabilir? Komünistler, bir hasete dayanan “bütün dünya proleterleri birleşiniz” uydurma şiarı ile fitne saçıp; dünyada zulüm, kıtlık, müstemleke ateşini yakarlarsa haklı; biz, milli kuvvetlerimize dayanarak kendimizi bu cehaletten kurtarmak istersek faşist mi oluruz? Bu bana Türkistan’daki “hırsızın hırsız kaçtı bağırışı” deyimini hatırlatıyor.

            Bugün Afgan mücahitleri ellerini göklere açıp Allah’tan ve İslam dünyasından imdat bekliyorlar. Eğer zayıfların imdat sesleri faşistlik olursa, zalimlerin “öldür” emri ne olur?

            Merhum hocam Şahabettin Bey, hayatta olsaydı 66 yaşında olacaktı. Aradan geçen otuz yıl içinde, milletini sevmekten başka suçu olmayan sayısız Şahabettinler Türkistan’da öldürüldü. Onlar; düşmanın güçlü, kendilerininse zayıf oldukları zamanlarda, hiç kimseden yardım alamadıkları hallerde sadece imanlarına ve Atatürk’ün de işaret ettiği “damarlarındaki asil kana” dayanmışlardır.

            Sözümü burada, milletimizin bir başka büyük evlâdına bırakıyorum. Onun da ömrü millî dertlerle ve fakrü zaruret içinde geçmiş, o da akciğer hastalığından genç yaşında, 27’sinde ölmüştür. Ulu şairimiz Kazanlı Abdullah Tokay’dan bahsediyorum. Tokay şöyle diyor:

Yaktırak yıldız yanadır,

Tün kara bulgan sayın.

Yadıma tengrim tüşedir

Bahtım kara bulgan sayın.

 

“Yıldız daha parlak yanar,

Gece kara oldukça.

Yardıma Tanrım düşer

Bahtım kara oldukça.” 


1212 Görüntülenme Sayısı
Kategori : Edebi Yazılar
  

Sizin Yorumlarınız Bizim İçin Önemli *