Dr. Ataalp PINARER
ÖZET
Dünyada siyasi coğrafyada ve siyasal güç hiyerarşisinde meydana gelen değişimlere bağlı olarak yeni bir jeopolitik ortam doğmaktadır. Türk Dünyası, geleceğine ilişkin önemli kararlar alması gereken bir dönüm noktasındadır. Artık yeni bir dünya kurulmaktadır ve Türk Dünyası, bu yeniden kuruluşta, başrol oyuncusu olmak durumundadır. Bu bağlamda, Türk Dünyası’nın bulunduğumuz yüzyılda, karşı karşıya bulunduğu jeopolitik risk ve fırsatlarının belirlenmesi gereklidir.
Türk Dünyası’nda ortaklığın geliştirilmesi ihtiyacı yaşamsal önemdedir. Ortaklığın geliştirilmesi için ise ortak bir jeopolitika geliştirilmesi ihtiyacı mevcuttur. Ortak bir Jeopolitika geliştirilebilmesi, Türk toplumlarının jeopolitik bir bakış açısı ve vizyona sahip olmasının yolunu açacaktır. Bunun teorik alt yapısı sosyolojinin toplumsal iletişim ile birlikte değerlendirildiği “Sosyal Konstruktivizm” ile mümkün olabilir.
Bu çalışmanın amacı; Türk Dünyası için ortak bir jeopolitika üretilmesinin önemini ortaya koymak ve ortak bir jeopolitika oluşturulmasına katkı sağlamaktır.
Bu çalışmada konuya ilişkin literatür taraması ve derlemesi yöntemi kullanılmıştır.
Anahtar Kelimeler: Jeopolitik, Türk Dünyası, Türk Jeopolitiği, Küresel Sistem,
1. GİRİŞ
İki kutupluluktan sonra tek kutuplu sistem sona ermiştir. Çok kutuplu bir sistem kurulması için mücadele dönemine girilmiş bulunulmakta ve bunun sancıları yaşanmaktadır. Yeni bir düzenin kurulacağı önümüzdeki yıllar, Türk Dünyası için büyük fırsatlar ve aynı zamanda büyük tehlike ve riskler içermektedir.
Soğuk Savaş boyunca devam etmiş olan ideolojik mücadelenin artık bittiğini iddia etmek mümkündür. Bu durumda, ülkeler arasındaki rekabet ve mücadelede jeopolitik yaklaşım ön plana çıkmış durumdadır.
Artık siyasilerden akademisyenlere, sivil toplum kuruluşlarından bireylere kadar geniş bir kitle; bu konu ile yakından ilgilenmeye, çalışmalar yapmaya başlamıştır. Bu bakımdan, jeopolitiğin hem özneleri, hem de etki alanı genişlemiştir.
Millet, din gibi jeopolitiğin unsurları olan, kolektif kimlikler tıpkı benimsediğimiz şahsi kimlikler gibi iletişim yoluyla, popüler kültür ve kitle iletişim araçları vasıtasıyla yürütülen benzer süreçlerin sonucu oluşmaktadır. Türklerin mevcut ve gelecekteki risk ve tehditlere karşı, temel bir savunma hattı tesis edebilmesi, sağlam bir duruş sergileyebilmesi, ortak hedeflerine güven ve kararlılıkla yürüyebilmesi, ortak bir jeopolitik kolektif kültür ve vizyon inşa etme becerisine bağlı olacaktır.
Ortak bir gelecek tahayyülü için ortak jeopolitik çalışmalar yapılması kritik önemdedir. Türk halklarının ortak bir jeopolitik vizyona sahip olması ile ortak bir kimlik ve gelecek tahayyülü mümkün hale gelebilecektir. Tüm bunların sonucunda ise; Türk dünyasının gücünün ve etki alanının yani zenginlik ve refahının artmasının yolu açılmış olacaktır.
2. JEOPOLİTİK YAKLAŞIM NEDEN ÖNEM KAZANDI?
Britannica Ansiklopedisine göre Jeopolitik, uluslararası ilişkilerde iktidar ilişkileri üzerine coğrafi etkilerin analizi[1] şeklinde tanımlanırken, Longman Çağdaş İngilizce Sözlüğünde “bir ülkenin konumunun, nüfusunun siyasete olan etkisinin incelenmesi”[2] şeklinde tanımlanmaktadır.
Jeopolitik, her şeyden önce, bir ülkenin sınırlarının çizilmesi ve spekülatif bir geleceğe göz kulak olmanın yanı sıra, tarihin ve “coğrafyanın” aynı kare içine yerleştirilmesi, geçmişi anlamak ve geleceği tahmin edebilmek için çok önemlidir.[3]
Jeopolitik disiplinde devletlerin aldıkları kararlar ve uyguladıkları politikaların anlaşılması amacıyla çeşitli teoriler ortaya konmuştur. Klasik jeopolitik teoriler olarak adlandırılan bu yaklaşımlar literatürde i)kara hakimiyet teorisi, ii) kenar kuşak hakimiyet teorisi, iii) deniz hakimiyet teorisi, iv) hava hakimiyet teorisi olarak ele alınmaktadır.[4] Klasik jeopolitik teoriler Soğuk Savaş öncesi dönemde geliştirilen teorilerdir.
Soğuk Savaş sonrası dönemde jeopolitik algısı, coğrafi tanımlamalardan öte geçerek, ekonomik, siyasi, askeri, kültürel ve teknolojik değerleri ön planda tutan bir anlam kazanmıştır. Eleştirel Jeopolitik olarak adlandırılan bu yeni jeopolitik yaklaşımın, klasik jeopolitik teorilerden farkı, eleştirel yaklaşımların siyasi coğrafyaya metodolojik ve kavramsal olarak yeniden katkıda bulunmasıdır.[5]
Eleştirel kuram, stratejik eylemlerin açıklanmasını hedef almaktadır.[6] Özellikle güç eksikliğinin, tecrübeli kişiler ve siyasi realizm tarafından klasik jeopolitiğin ötesine taşınma girişimini yansıtmaktadır.[7] Bu yönüyle Eleştirel Jeopolitik daha geniş çevrelerin ilgisini çeken bir disiplin olmuştur. Klasik Jeopolitik anlayışta; jeopolitik ile sadece devlet adamları, dış işleri mensupları ve kısmen akademisyenler ilgilenirken, Eleştirel Jeopolitikle birlikte siyasilerden akademisyenlere, sivil toplum kuruluşlarından bireylere kadar geniş bir kitle; bu konu ile yakından ilgilenmeye, çalışmalar yapmaya başlamıştır. Bu bakımdan, jeopolitiğin özneleri genişlemiş ve geniş bir kitle bu özneler grubuna dâhil olmuştur.
Günümüzdeki uluslararası ilişkiler sistemi idealizmden uzaklaşarak realizmin jeopolitik temelli hesapları üzerinden yapılır hale gelmiştir. İkinci Dünya Savaşı sonrası kurulan uluslararası sistem artık çalışmaz hale gelmiş, devletlerin ve milletlerin kendi menfaatlerini her şeyin üstünde gördüğü, uluslararası rekabetin ve çekişmelerin tekrar tırmanma dönemine girdiği yeni bir tarihsel sürece girilmiştir. Mevcut sistemin ana unsurları olarak tesis edilmiş olan Birleşmiş Milletler (BM), Dünya Para Fonu (IMF), Dünya Bankası gibi kurumların güvenilirlik ve saygınlıkları sorgulanır hale gelmiştir. IMF ve Dünya Bankası; ekonomik krizleri engelleyememek, kalkınma, gelişme ve ekonomik istikrar için güvenilir yol haritaları oluşturamıyor olmak ve ABD’nin ekonomik çıkarlarına hizmet etmekle eleştirilir hale gelmiştir. İkinci Dünya Savaşı sonrasında süper güç ve yenidünya lideri olarak ortaya çıkan ABD, artık eski gücünde değildir. Dünya, ABD ve Sovyetler Birliği arasındaki iki kutuplu bir dünya düzeninden sonra, Soğuk Savaşın bitmesi ile tek kutuplu izlenimi veren kısa bir dönem geçirmiş olmakla birlikte; artık çok kutuplu bir dünyanın yürürlükte olduğunu söylemek mümkün hale gelmiştir. Çok kutuplu bir dünyada, ülkelerin kendi milli güç unsurlarına ve gelecek planlamalarına güvenmekten başka çareleri neredeyse kalmamıştır. Artık jeopolitik çalışmalar devletlerarasındaki mücadelede, asli bir araç haline gelmiştir demek çok da iddialı bir söylem olmayacaktır.
2.1. SOSYAL KONSTRUKTİVİZM
Konunun sosyolojik ve psikolojik boyutuna gelince; bir genelleme yapacak olursak, insanoğlu hiçbir zaman yalnız kalmak istemez demek mümkündür. Belli bir çevrede birliktelik ihtiyacı insanın doğasında vardır. Cannetti[8] insanoğlunun bu ihtiyacını şu şekilde açıklamaktadır; Topluluklar kendi sınırlarını kendileri belirleyerek kurulurlar. Önce kendileri için bir alan yaratırlar. Bu alana girişlerin sayısı sınırlıdır ve alan tamamen dolduktan sonra içeri girişe izin verilmez. Önemli olan bu sınırlı kapalı alandaki birlikteliktir, dışarıda kalanlar kesinlikle bu birlikteliğe dâhil değildirler. Sınırlı bir alandaki bu birlikteliğin korunması, sürdürülmesi ve güvenliğinin sağlanması ihtiyacı insanları “topluluk” haline getirir. Böylelikle coğrafya ve insan topluluğunun psikolojik ve sosyolojik etkenlerle jeopolitik bir realiteye, millet ve devlet olmaya dönük dinamizmini görmüş oluruz.
Bir insan topluluğunun benimseyerek içselleştirdiği, kendi gerçekliklerinin nasıl oluştuğunu sosyolojinin bir disiplini olan Sosyal Konstruktivizm (social constructionism) açıklamaktadır. Bu bağlamda, Sosyal Konstruktivizm, belli sınırlar içindeki bir coğrafyada bir arada yaşayan toplumların, nasıl birlikte hareket ettiklerini ve karar alma mekanizmalarının nasıl etkilendiğini açıklamaktadır. Toplumsal yapılandırmacılık ya da gerçekliğin toplumsal inşası olarak da adlandırılan Sosyal Konstruktivizm, ortaklaşa inşa edilmiş dünyanın anlaşılmasını ve gelişimini inceleyen sosyoloji ve iletişim teorisine dayalı bir bilgi teorisidir. Teori, karar alma mekanizmasının bireysel olarak değil, diğer insanlarla koordineli olarak geliştirildiğini varsaymaktadır. Teori için en önemli unsurlar şunlardır:
(1) İnsanların, toplumsal dünyanın bir modelini oluşturarak deneyimlerini rasyonel hale getirdiği ve nasıl sürdürdüğü
(2) Kullanılan dilin insanların inşa ettikleri yapının en temel sistemi olduğu varsayımı
Sosyal Konstruktivizm, anlama, önem ve anlamın bireysel olarak değil, diğer insanlarla koordineli olarak geliştirildiğini varsaymaktadır.[9]
İnsanlar, ana babalarından aktarılan ninniler, hikâyeler, aile geçmişi ve atalara ait bilgiler, yakın akrabaların, komşuların, arkadaşların, öğretmenlerin aktardıkları bilgiler, okudukları kitaplar, izledikleri filmler, dinledikleri radyo ve televizyon programları ve hatta günümüzdeki yaygın sosyal medya kanalları ile içinde yaşadıkları toplumla karşılıklı bir iletişim halindedirler. Düşünsel süreçlerimiz çocukluktan itibaren maruz kaldığımız kültürel, duygusal etkilerin altındadır. Bu iletişim ve etkiler kişinin “ben kimim” sorusuna verdiği cevabı yarattığı gibi; başkalarının da kimlik algısının oluşmasına katkıda bulunmaktadır.
İnsanların ve toplumların “ben kimim” sorusuna yönelik arayışları ve bu soruya verdikleri cevaplar Jeopolitik bir konudur. Çünkü toplumlar aynı zamanda üzerinde yaşadıkları coğrafyanın bir parçasıdırlar. Bireyler de bulundukları coğrafya üzerinde var olan toplumun bir en küçük yapı taşıdırlar.
Millet, din gibi jeopolitiğin unsurları olan, kolektif kimlikler tıpkı benimsediğimiz şahsi kimlikler gibi, benzer süreçlerin sonucu oluşmaktadır. Fark sadece bu süreçte kullanılan söylemlerde ve sürece dâhil olan medya girdisinin boyutundadır. Şahsi kimliklerimiz başkaları ile yürüttüğümüz ve genellikle yüz yüze gerçekleşen interaktif ilişki sonucu oluşurken; kolektif kimliklerimiz ise, popüler kültür ve kitle iletişim araçları vasıtasıyla yürütülen diyaloglar vasıtasıyla oluşmaktadır.
Sosyal Konstruktivizm teorisine göre, paylaşılan düşünceler, kimlikleri ve aktörlerin çıkarlarını oluşturur ve bu teoride kimlik kavramı öne çıkmaktadır. Ayrıca devletler, bireyler ve sosyal grupların eylemlerinden oldukça etkilenmektedirler. Devletler kimlik değişimi için sosyal süreçlere ihtiyaç duyarlar ve ancak bu süreç sonunda kimlik değişimini sağlayabilirler. “Ego ve değişim” (ego and alter) bu süreçte kimlikle ilgili dönüştürücü potansiyele sahiptir. Dolayısıyla sosyal inşacı bir inceleme içerisinde, aktörlerin birbirlerini nasıl tanımladıkları, çatışma veya iş birliği alanlarının yaratılması için incelemeye dâhil edilmelidir.[11] Sosyal Konstruktivizm teorisine göre bir devletin ortaya koyduğu kimlik ile ön plana çıkan egonun en temel amacı, bölgesel güce sahip olmaktır. İşte tam bu nokta, Sosyal Konstruktivizm teorisi ile Jeopolitik teorinin ortak inceleme alanı olarak karşımıza çıkmaktadır.
Bölgesel güç olmanın sekiz temel koşulu şöyle sıralanmaktadır; “(1) sahip olduğu kimlik ile tanımlanabilir bir bölgenin parçası olmak, (2) bölgesel güç imajına sahip olmak, (3) bölgenin coğrafi boyutunda ve kendi ideolojik yapılanmasında belirleyici etkisini ortaya koymak, (4) göreceli olarak yüksek askeri, iktisadi, demografik, siyasi ve ideolojik güce sahip olmak, (5) bölge ile bütünleşmiş olmak, (6) güvenlikle ilgili gündemi önemli ölçüde belirleyebilmek, (7) bölgedeki diğer güçler tarafından ve bunun da ötesinde, diğer bölgesel güçler tarafından, bölgesel güç olarak kabul edilmek, (8) bölgesel ve küresel tartışmalarla alakadar olmak.[12]
Konstrüktivizm yaklaşımı uluslararası siyasal sistemin temel aktörlerini devlet olarak kabul ederler. Bunun nedenini Wendt devlet dışı aktörlerin öneminin artmasına rağmen devletlerin egemenlikleri konusunda çok kıskanç davranmalarına bağlamaktadır.[13]
Devlet merkezli görüşü kabul etmekle birlikte devletlerin tamamen izole bir şekilde kalmaları mümkün olmadığı için de diğer devletlerin mutlaka göz önünde bulundurulması gerektiğinden hareketle, uluslararası sistemin dış politikalara olan etkisini dikkate almaktadırlar.[14] Örnek olarak Wendt, Soğuk Savaş’ın ABD ve SSCB’nin kendi öznel kimliklerinin sayesinde oluşan bir sosyal yapı olarak inşa edildiğini iddia etmektedir. Bu yapıdan dolayı da, ulusal çıkarları kısmen buna bağlı olarak inşa edildiğini belirtmektedir.[15]
2.2. İKİ KUTUPLU SİSTEMİN ÇÖKÜŞÜ
Soğuk Savaşın iki kutuplu dünyası iki monolitik ideolojiden doğmuştur; Komünizm ve demokratik, liberalizm. 1991 Sovyet çöküşü, Soğuk Savaş'ı ve bununla birlikte iki kutuplu dünya çağını sona erdirmiştir. Böylelikle sosyalist devrimin küresel tehlikesi kaybolmuş, Jeopolitik düzlemde, çok kutuplu bir dünya sistemine geçiş süreci başlamış, ulusal ve bölgesel çıkarlar önem kazanmıştır.[16]
Soğuk savaşından ardından uluslararası ilişkilerdeki söylemler de büyük ölçüde değişti. ABD ve AB öncülüğünde, uluslararası ilişkiler terminolojisi de büyük bir değişim yaşadı. Eski dünyada, askeri güç ve silahlanma devletlerin aktör olması için başat güçler olarak anılırken, günümüzde, silahsızlanma, hukukun üstünlüğü, insan hakları, demokrasi, küreselleşme ve yönetişim gibi kavramlar bir devletin uluslararası alandaki yerini tayin eder hale neredeyse geldiği düşünülmekteydi. Ancak tam bu nokta batılı güçlerin bu süreç içerisinde yaptıkları yanlışların başında gelmektedir. Şöyle ki, liberal kapitalist demokrasinin komünizm üzerinde kesin bir zafer kazandığı ve Soğuk Savaş sonrası jeopolitik anlaşmazlıkların bir daha uluslararası alana taşınamayacağı inancı gelmekteydi. Batılı güçlere göre bu ülkeler öyle büyük bir yenilgi almışlardı ki, bir daha güç söylemleri ile hareket edip, altyapısı ile uluslararası kapitalizm, üst yapısı ile insan hakları, hukukun üstünlüğü, demokrasi gibi nitelikleri kabul etmiş ve benimsemiş olan yenidünya düzenini bozamayacaklardı. Ancak Batılı güçler Soğuk Savaş sonrası dünyayı yanlış okumuşlar ve mevcut duruma oldukça duygusal olarak yaklaşmışlardı. Soğuk savaş sonrası dünya düzeninin temel faktörleri yine Soğuk Savaş dünyasının öncesi ve sonrasında yer almaktaydı. Jeopolitik hesaplar yeniden uluslararası ilişkiler sistematiğinde geri itilemez bir şekilde ortaya çıkmıştı. Soğuk savaş sonrası Avrupa, Almanya’nın bütünlüğü, Sovyetlerin dağılması, eski Varşova Paktı ve Baltık ülkelerinin NATO ve AB’ye entegrasyonu bağlamında şekillendirilmişti. Ortadoğu’da ise ABD ile işbirliği içerisinde olan Sünni güçlerin hâkimiyetine dayanan bir düzen oluşturulmuştu. (Suudi Arabistan, Körfez Ülkeleri, Mısır). Asya’ya baktığımızda ise; Soğuk Savaş sonrası düzen yine ABD’nin kontrol edebilirliğine dayalı bir düzene işaret etmekteydi. Nitekim Japonya, Güney Kore, Endonezya ve diğer Asya ülkeleri ile geliştirilen güvenlik ilişkileri bu durumu açıkça ortaya koymaktaydı.[17]
Jeopolitik açısından Rusya, Çin gibi ülkelerin, jeopolitik hesapları ön plana alan intikamcı dış politika tutumları Avrasya üzerinde Soğuk Savaş sonrası entegre edilen sistemin ciddi şekilde tehlikeye girmesi ile sonuçlandı. ABD ve AB, mevcut statükonun korunması ve gerilimin azaltılması adına sürekli adım atmaktalar. Ancak şu bir gerçek ki, Rusya ve Çin gibi revizyonist ülkeler açısından tarih bitmekten öte yeniden yazılıyor.[18]
SSCB’nin dağılmasıyla birlikte Moskova jeostratejik alanını kaybetmiş ve ABD’nin “Yeni Ortadoğu” jeopolitik bölgesine komşu haline gelmiştir. Her biri farklı derecelerde ekonomik ve askeri güce ve hatta nükleer silaha sahip olan bu iki güç bölgesel iktidar için sürekli yarış halindedir.[19] Rusya, bu yeni jeopolitik oluşumları kontrol edebilmek için büyük bir çaba göstermekte, hatta aktif bir revizyonist politika izlemektedir.
Rusya’nın, Gürcistan ve Ukrayna örneklerinde görüldüğü gibi; askeri gücünü kullanması ve hatta artan nükleer silah tartışmaları ile hibrit savaş tekniklerine dayanan saldırgan tutumu, uluslararası kurum ve kuruluşlara dayanan dünya siyasal sisteminin ağır hasar almasına neden olmuştur.
Her geçen gün dünya istikrarı bozulmaktadır ve bu durumun neden kaynaklandığı bilmek çok önemli bir konudur. Dünyanın karışık olması bilinmedik bir durum değildir aslında, ancak her düzensizliğin farklı bir biçimi vardır ve önemli olan bu biçimi anlayabilmektir.
Geçmiş, güç dengesindeki geçişlerin, oldukça tehlikeli tarihsel anlar olduğunu, açıkça ortaya koymaktadır; Bu tehlikeli anlarda dünya tarihi büyük miktarda kan dökülmesine şahit olmuştur. Ticari karşılıklı bağımlılığın barış sağlayacağı inancı da yanıltıcıdır. Avrupa'nın büyük güçleri arasındaki ekonomik bağımlılık, 1914'te çıkan hegemonik savaşı engelleyememiştir. Yirminci yüzyılın başlangıcında Büyük Britanya'nın Batı Yarımküre hegemonyasını Birleşik Devletlere barış içinde devrettiği doğrudur. Ancak bu geçiş Batı ailesi içinde gerçekleşti, hegemonya el değiştirdi ve ortak düşmanların ortaya çıkmasıyla geçiş bir nebze kolaylaştırıldı. Soğuk savaşın iki kutuplu dünyasının büyük bir savaş olmadan, Sovyetler Birliği’nin yıkılması ile Amerika'nın tek kutuplu anına dönüştüğü de bir gerçektir.[20]
Ancak tek kutuplu gücün varlığı elbette ki dünyadaki istikrarsızlığın son bulmasına neden olmadı; Avrasya’nın siyasi, askeri ve ekonomik düzensizlik içinde olduğu görülmektedir. Avrupa ve Çin 2008 ekonomik krizinin sadece ekonomik değil kurumsal problemleri ile de mücadele etmektedir. Rusya, Ukrayna'da jeopolitik bir kriz geçirmekte ve aynı zamanda ekonomik bir sorun yaşamaktadır. Levant'tan İran'a, Türkiye sınırından Arap sınırına kadar uzanan Arap dünyası politik olarak istikrarı bozan savaş ve karışıklık içindedir. Batı Yarımküresi, Asya adalarına nispeten daha istikrarlıdır, fakat Avrasya coğrafyasını bir bütün olarak kabul ettiğimizde istikrardan bahsedilememektedir. Bir taraftan da en istikrarlı kurumsal yapı olarak bilinen Avrupa Birliği’nde çelişkiler ortaya çıktığı görülmektedir. Özellikle gelişmekte olan ülkeler Avrupa Birliği'nde yatan çelişkiyi açığa vurmuştur. Gelişmekte olan ülkelerin ekonomileri iyiye gitmemesi ve yaşanan borç krizi kafaları karıştıran büyük bir problem olurken, Güney Avrupa’ya uygulanan kemer sıkma politikaları ve yaşanan ekonomik kriz AB’yi parçalanma eşiğine getirmiştir.
2.3. ABD HEGEMONİK DÜZENİNİN ÇÖKÜŞ EMARELERİ
Sadece Soğuk Savaş’ın bitiminden bu yana değil yirmi yılı aşkın süredir uluslararası davranışta büyük değişiklikler düzenleyen normlar, kurumlar, kurallar ve ilişkiler ağı, bu istikrarsızlık ortamında dikkatlerin üzerine çekildiği ortak noktadır. Küresel liderler arasında istikrarsızlığın nedenlerine cevap aranmasında bahsedilen tüm bu kurumların payının olduğuna ilişkin ortak bir algı mevcuttur. Bununla beraber ne yapılabilir konusunda ortak bir anlaşma mevcut değildir. Son zamanlarda artık sadece devlet liderleriyle sınırlı kalmayıp bireylere kadar herkesi ilgilendiren bu sorulara jeopolitik teori çerçevesinde cevap aranmaktadır. Henry Kissinger'ın yeni kitabı “World Order” bu konudaki önemli çalışmalardan biridir. Dış İlişkiler Konseyi’nden Richard Haass “Era of Disorder" (karışıklık dönemi) adlı kitabında aynı konulara değinmektedir. Yine Ulusal İstihbarat Müdürü James Clapper, 2015 ABD Kongresi'nde 1992'den bu yana, dünyanın siyasi istikrarsızlık açısından en kötü döneminde olduğunu söylemektedir.[21] ABD Ulusal İstihbarat Konseyi'nin (National Intelligence Council, NIC) yeni Başkan için hazırladığı dünyanın geleceğine ilişkin “Küresel Eğilimler 2030: Alternatif Dünyalar” (Global Trends 2030: Alternative Worlds) adlı raporu, ABD Ulusal İstihbarat Konseyi’nin “Global Trends 2010: How Our Assessments Have Changed”, “Global Trends 2015: A Dialogue about the Future with Nongovernment Experts”,“Global Trends 2020: Mapping the Global Future” ve “Global Trends 2025: A Transformed World” raporlarından sonra yeni bir öngörü çalışmasıdır. 4 yılda bir hazırlanan bu öngörü çalışmalarının başlıklarından, ABD’nin kendi hegemonya gücünün geleceğine ilişkin duyduğu endişelerini anlamak mümkündür.
ABD’nin küresel hegemonyasının çöküşü tezi birçok ülkeyi ilgilendirdiği gibi yeni yükselen Çin’in de geleceğini etkilemektedir. Mayıs 2012’de, ABD ve Çin uzmanları Şanghay’da düzenlenen bir sempozyumda, 2030 yılına doğru dünya güç merkezi ve güç dengeleri üzerinde görüşlerini paylaşmışlardır. Bu sempozyumda uluslararası güç merkezinin dağılması ve küresel liderliğe karşı zorlukları, dönüşüm sürecinde küresel yönetişim konusunda güç merkezinin parçalanması ve güçler arası entegrasyon meseleleri tartışılmıştır.[22]
Öne çıkan sonuç şudur ki, artık idealizmi temsil eden kurumlar (BM, NATO, AB, NAFTA vb.) hasar almış ve almaya devam etmektedir ve dengeleri değiştiren en önemli husus devletlerarasında menfaatlerin korunmasıdır. Her devlet kendi çıkarını korumak, varlığını devam ettirmek ve gücü elde etmek ve elinde tutmak için için sert kuvvet’e başvurmaktan artık geri durmamaktadır.
2.4. HARD POWER TEKRAR ÖNE ÇIKIYOR
Uluslararası İlişkiler literatüründe sert ve yumuşak güç yaklaşımlarının etkinliğinin, güç kaynaklarının erişilebilirliğine bağlı olduğu belirtilmektedir. ABD ya da Rusya gibi daha büyük bir milli gelir olan büyük devletler, mali açıdan büyük silahlı kuvvetler idame ettirebilmekte ve diğer devletleri ekonomik açıdan baskı altına alabilmektedir.[23] Ve ellerindeki bu kozlarla sert kuvvet uygulayabilmektedirler. Küçük eyaletler için, bu geleneksel güç kuvvet aletlerinin edinimi daha zordur. Küçük devletlerin ise yumuşak güç kurma becerileri vardır.[24] Tüm bu açıklamalardan sonra “sert kuvvet” denildiğinde akla Amerika ve Rusya gelmektedir. Özellikle Rusya’nın sert kuvvete başvurma potansiyeline karşı, Amerika eleştirilerinin sesini yükseltmiştir. Obama yönetimi Rusya’nın Suriye’de BM Güvenlik Konseyi işlevini veto etmesinin büyük tehlike olduğu konusunda defalarca uyarıda bulunmuştur. Putin ise karşı cevap olarak; BM’nin, askeri müdahalelerle veya demokratik devrimlerin “ihracı” yoluyla, devlet egemenliğini bozmadan veya ihlal etmeden önce uzun ve güçlü bir şekilde düşünmesi gerektiğini, demokrasinin ilerleme getirmesi yerine, şiddet, yoksulluk ve toplumsal bir felaket getirdiğini, Irak’taki dış müdahalelerde bunun açıkça görüldüğünü, Libya ve Suriye’de ise aşırı tarafgirliğin ve İslam Devletleri tarafından doldurulan “güç vakumları”nın yaratılmasına yol açtığını söylemiştir. Putin’e göre NATO "Batı" ile "Doğu" arasında "çatışma mantığı" yaratan bir kurum haline gelmiştir.
2.5. PUTİN FAKTÖRÜ
Putin, Sovyetler Birliği'nin çöküşüyle Rusya sınırları dışında kalan yirmi beş milyon Rus yurttaşının haklarını koruma bahanesini Rusya’nın tahakküm alanını genişletmek için kullanmakta ve bu bölgelerin hala Rusya’nın etki alanında olması gerektiği konusunda ısrarlı olacak gibi görünmektedir. Görünüşte ABD'nin "ılımlı" olan Suriye politikasının başarısızlığı ve oldukça pahalıya mal olan faturası karşısında, ihtilafın çözülmediği gibi, felâket boyutunda bir insani dramla sonuçlanması Rusya’nın Ortadoğu’ya yönelik aktif ve esas oyuncu olmaya yönelik politikasını adeta destekler bir sonuç yaratmıştır. BM'nin dayandığı kurallara dayanan uluslararası düzende Rusya’nın en büyük zorluk teşkil edeceği aşikârdır.[25]
Rusya Putin’in iktidara gelmesinden sonra adım adım imparatorluk politikalarına dönmüştür. Putin, 2008 Dünya Ekonomik Krizi ertesinde, Rusya’nın gerilediğini düşündüğü alanlarda faaliyetlerini artırmaya ve son derece aktif bir dış politika izlemeye başlamıştır. 2008 Gürcistan müdahalesi, 2014 Kırım’ın ilhakı, Doğu Ukrayna’da iç savaş çıkartılması, 2015 Suriye müdahalesinden sonra artık Rusya, Akdeniz’de sürekli bir kuvvet bulundurmaya başlamış durumdadır. Dünya’da Rusya’nın jeopolitiğe dayanan bu revizyonist hamlelerinin nelere yol açabileceği dünya barışı adına derin endişelere yol açmaktadır.
2.6. TRUMP’IN ABD BAŞKANI SEÇİLMESİ
Dünyadaki istikrarsızlığın yapısı çözülmeye, dengesizlikler arasında bir denge kurulmaya çalışılırken, oyunun en önemli aktörlerinden olan Amerika’nın başkanlık seçimleri sonrasında Trump’ın başkan seçilmesi daha önce hiç görülmedik bir şekilde ses getiren ve şaşkınlıkla karşılanan bir olay olmuştur. Trump’ın sert söylemleri onu, daha önceki ABD başkanlarından ayıran en önemli özelliğidir. Özellikle Müslümanlar ve göçmenler hakkında yaptığı radikal açıklamalarla dikkat çeken Trump’ın ABD’nin artık eskisi kadar “ılımlı” politikalar izlemeyeceği sinyalleri vermesi, seçim kampanyalarında Deniz Kuvvetleri, Hava Kuvvetleri ve Deniz Piyadelerini genişletme sözü vermesinden ve askerin kısa sürede savaşmaya hazır olma durumunu iyileştirmek için adımlar çağrısında bulunmasından anlaşılmaktadır. Trump’ın “değişik” olan bir başka yaklaşımı ise NATO’ya karşı olandır. Nitekim Savunma Sekreteri General Mattis’in ilk hamlesinden biri olan NATO genel sekreterine telefon ederek ittifakı kuvvetle desteklediğini temin etmek olmasına rağmen, Trump bunu “geçersiz” olarak eleştirmiş, hatta NATO’nun artık modası geçmiş bir kurum olduğunu söylemiştir.[26]
Kısacası Trump, uluslararası ticaret ve ekonomi politikasında serbest ticaret politikalarından geri adım atacağını ve korumacı bir yaklaşım sergileyeceğini, II. Dünya Harbi sonrasında tesis edilen BM, NATO gibi uluslararası kurum ve ittifakları sorgulayacağını, mülteci ve göçmenlere karşı imzalanan anlaşmalardan tek taraflı olarak çekileceğini, Müslüman Ortadoğu ülke vatandaşlarına vize verilmeyeceğini açıkladı.
Ancak Trump’ın bu tutumu ile hem ABD’de hem de Avrupa başta olmak üzere birçok ülkeden eleştiri aldığı görülmektedir. Amerikalılar, ülkeyi büyük yapan vazgeçilmez ilkeleri savunan aktif bir ulus iken, şimdi medyaya saldıran bir başkanları olduğunu, inanç özgürlüğünün öncüsü iken şimdi dini inançları yüzünden bireylerin cezalandırılmasını, etnik milliyetçiliğe karşı iken “öteki”nin nefretini besleyen bir liderin ortaya çıkmasını ciddi şekilde eleştirmekteler.[27] Peki kendi ülkesinden dahi bu kadar ağır eleştiriler alan Trump neden seçilmiş olabilir? Aslında Trump’ın seçilmesinin en önemli nedeni, uluslararası arenada diğer güçlere izin veren bir politika ile güç kullanma yerine biraz geriden gitmenin kabullenilmiş ve dünya sahnesinde neredeyse bir asırdır süren Amerikan liderliğinin yara almaya başlamış olduğuna inanılmasından kaynaklanan bir tepki olabilir. Trump; “Amerikayı yeniden büyük yapacağım” sözüyle, bu geri gidişi durdurmayı ve Amerika’nın Dünya Liderliğini bırakmamasını amaçladığını açıkça ifade etmiştir.
2.7. AVRASYA’DA MÜCADELE
SSCB’nin dağılmasından sonraki dönemde enerji üzerine yoğunlaşan jeopolitik stratejiler, Türkistan coğrafyasını küresel paylaşım sahası haline getirmiştir. Dünyanın önde gelen ham petrol ve doğalgaz üreticilerinden Rusya ve İran’ın, kadim Türkistan coğrafyası olan, Azerbaycan, Kazakistan, Türkmenistan ve Özbekistan’ın petrol ve doğalgaz kaynakları üzerindeki emelleri bölgedeki rekabeti kızıştırmaktadır. Bu bölge, aynı zamanda Batı’nın elindeki en önemli petrol sahası konumundaki Kuzey Denizi’nin yerini almaya “aday” olduğu görülmektedir. İşletilmemiş zengin doğal kaynaklara ve geniş topraklara sahip olan bu bölge, bu yönüyle çok taraflı rekabete konu olmaktadır.[28] [29]
Bu rekabete yakın komşuları Rusya, Türkiye, Çin ve İran doğrudan katılmaktadır. Çin, Rusya’nın karşı koyamayacağı kadar güçlü ve ekonomisi denize kapalı olan Türkistan ülkelerinin küresel açılımına fazlasıyla cevap verecek kadar dinamiktir. Çin’in şu anki politikaları daha ziyade bölgeye yönelik uzun soluklu bir ekonomik hegemonya tesisi üzerinde odaklanmıştır. Türkistan’da ulaşım yolları başta olmak üzere tarihsel ve duygusal yaklaşımlarla etkin olmaya çalışan Pakistan ve Hindistan da birer oyuncudurlar. Ayrıca bölgeden uzak olmasına rağmen Japonya’nın da bölgeye duyduğu ilgiyi ve ekonomik alanda yatırım yapabilecek bir ülke olduğunu belirtmek gerekir. ABD, bölgeye çok uzaktır; ancak sürece katılmaktan uzak duramayacak kadar güçlüdür. Bununla birlikte ABD’nin Avrasya’da var olan durumun muhafazasında önemli çıkarları vardır ve jeopolitik algılamaları ile enerji stratejisi dolayısıyla bölgede önemli bir rol üstlenmiştir. ABD’nin öncelikli çıkarı, bu alanı tek gücün kontrol altına almamasını sağlamaktır. Türkistan devletlerini Çin ve Rusya arasında, bağımsız devletlerden oluşan bir tampon bölge olarak muhafaza etmek ABD’nin menfaatlerinden bir diğeridir.[30]
3. TÜRKLERİN JEOPOLİTİĞİ
Dünya üzerinde binlerce yıllık, tarihi ve doğal yaşama alanları göz önüne alındığında en geniş alana yayılmış olan millet Türklerdir. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ile birlikte günümüzde 7 adet bağımsız Türk Cumhuriyeti mevcuttur. Bu devletlerin toprak alanı 4,733,755 km2’dir. Buna Rusya içindeki Türk Topluluklarının yaşadığı yaklaşık 3,800,000 km2 alanı; ayrıca Doğu Türkistan, Güney Türkistan (Kuzey Afganistan), İran, Suriye, Irak, Kırım, Yunanistan, Bulgaristan, Romanya gibi ülkelerdeki Türklerin yaşadığı alanları eklersek yaklaşık toplam 10,500,000 km2 bir alanda Türklerin yaşadığını görürüz. Bu müthiş genişlikteki coğrafya üzerinde yaşayan Türklerin nüfusu ise yaklaşık 224 milyondur. (Bağımsız Türk Cumhuriyetleri içinde 149 Milyon ve diğer 75 Milyon). Bu coğrafi alan ve üzerinde yaşayan nüfus, Türk Milletinin jeopolitik potansiyelinin ne kadar yüksek olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.
Üzerinde yaşadıkları coğrafya Türklere birçok imkân yarattığı gibi birçok kısıtlamalar da getirmektedir. Bunların en önemlileri denize kapalılık, nispi nüfus azlığı, su kıtlığıdır. Bu dezavantajların bilinmesi, uygun strateji ve politikalar üretilmesini mümkün kılabilecektir.
3.1. DENİZE KAPALILIK
Türkistan ülkeleri denize kapalı coğrafi konumlarına ilaveten, Sovyet Rusya tarafından çizilen yapay sınırların birçok anlaşmazlığa yol açması sonucunda, birbirleri arasında bölgesel işbirliği ve ticaret imkânlarından da yeterince yararlanamamaktadırlar.[31] Bu durumun bölgeye zenginleşme, gelişme ve refah artışı getirmeyeceği aşikârdır.
Türklerin en önemli jeopolitik açmazının denize çıkış yoksunluğu olduğu görülmektedir. Türklerin tarihi coğrafi yönelimleri ve ilerlemeleri dikkate alındığında; bunun bir denize çıkış arayışı olduğunu söylemek de mümkündür. Türkiye hariç, diğer bağımsız Türk Cumhuriyetlerinin denize çıkışı bulunmamaktadır. Türkmenistan, Kazakistan ve Azerbaycan Hazar Denizi’ne sınırdır ancak, Hazar Denizi kapalı bir denizdir. Sovyetler zamanında Don ve Volga nehirlerinin kanalla bağlanması yoluyla Karadeniz’e çıkış elde edilmiş olmakla beraber; bu ulaşım hattı kışın genellikle buz tutmakta, sadece küçük belirli teknelerin seyrine imkân tanımaktadır. Bu ulaşım hattı bu ülkelerin denize açık olması anlamına gelmemektedir. Türkiye üç taraftan denizlerle çevrilidir. Ancak bunlar kıyı denizleridir ve Türkiye okyanuslara ulaşmak için Cebelitarık Boğazı ve Süveyş Kanalı’na bağımlı durumdadır.
Denize çıkış ve özellikle okyanuslara kıyısı olmanın ülkelerin kalkınması, zenginleşmesi ve gelişmesine önemli etkileri olduğu kabul edilmiş bir gerçektir. Kıyı bölgeleri insanlık tarihi boyunca, daha fazla gelişmiş ve daha kalabalık olma eğilimi göstermiştir. Tarihi incelediğimizde ülkelerin denize kapalı olmamak için çaba sarf ettiklerini ya da en azından, denize açık komşuları ile çeşitli transit anlaşmaları yoluyla çözümler geliştirdiklerini görmekteyiz.
Dünyada 48 adet denize çıkışı olmayan ülke mevcuttur ve bunların 31’i gelişmekte olan ülkelerdir. BM İnsani Gelişim Raporu 2002’ye göre İnsani Gelişmişlik Oranı (HDI -Human Development Index), en düşük 12 ülkenin 9’unu denize çıkışı olmayan ülkeler oluşturmaktadır[32]. Bu ülkelerin en büyük dezavantajı, dünya ticaretinin büyük bölümünün yapıldığı deniz ticaretinden kopuk olmalarıdır. Dünya ticaretinin % 75’inin deniz yoluyla gerçekleştirilmekte olduğu gerçeği bu durumun vahametini açıkça ortaya koymaktadır.[33]
“Fakir bir coğrafi çevrede denize kapalı olmak; ülkelerin gelişmesine ve zenginleşmesine engel olan nedenlerden bir tanesidir. Bu kapalı ülkeler dünyanın bütünü ile sınırlı bir ticari faaliyet yürütme kabiliyetindedirler. Sadece komşuları ana ticari ortaklarıdır. Denize açık ülkeler için ise, bu durum tam tersidir. Bu ülkeler bütün dünya ile ticari ilişki kurma imkânı bulmakta ve bu avantajdan faydalanmaktadırlar. Aynı zamanda, gelişme, zenginleşme ve kalkınma; çevresine yayılma özellikleri gösteren bir olgudur. Bir ülke gelişip zenginleştiğinde; komşularını da bu yönde etkilemektedir. Denize açık ülkeler bu anlamda, dünyanın her gelişme ve ilerleme hareketinden pozitif anlamda daha çabuk ve süratli olarak etkilenmektedirler”[34]
Günümüzde ise, Avrasya’nın doğmakta olan ticaret aksı ile birbirine tekrar bağlanması, Türkistan ülkelerine beş asırdır süren izolasyonlarını sona erdirerek, küreselleşme kervanına katılma konusunda benzeri görülmemiş bir fırsat sunmaktadır.
Türklerin Avrupa’ya geçmesi ve İstanbul’u fethi, Doğu Akdeniz’i bütünüyle kontrol altına alarak Doğu’ya, Hindistan ve Çin’e giden ticaret yollarını ele geçirmesi ve Batı’ya kapatmasının ardından; Avrupalı denizci ülkeler denizden yeni yollar keşfetmek durumunda kalmıştı.
500 yıl öncesine kadar Avrasya, devrin küresel ekonomisiyle İpek Yolu olarak bilinen ticaret yolları vasıtasıyla bütünleşmiş durumdaydı. 16. Yüzyıl başlarında kervanlara göre çok daha ucuza mal taşıyan, okyanusa dayanıklı gemilerin Avrupa’da inşa edilmesine bağlı olarak; yeni keşfedilen deniz ulaştırma yollarının yoğun olarak kullanılmaya başlanması ve bölgede ortaya çıkan siyasi kargaşa sonucu İpek Yolu çökünce, devrinin zengin ve gelişmiş bir medeniyeti olan Türkistan, küresel ekonominin merkezi olmaktan uzaklaştı ve kendi kabuğuna çekildi. Ticaret azaldıkça diğer coğrafyalarda ortaya çıkan teknolojik ve entelektüel gelişmelerden de bihaber durumda kaldı ve durgunluk içine gömülmüş oldu.
İpek Yolunun ticaret ve hem kültürel hem de tarihsel olarak yeniden canlandırılması için gündeme gelmiş ve şuan devam eden birçok proje bulunmaktadır. Bunların şu an için en kapsamlısı Çin’in öncülüğünde ilerleyen Bir Kuşak Bir Yol (One Belt One Road –OBOR-) girişimidir. Çin İpek yolu projesinin gerçekleşmesi için kararlılıkla çalışmakta ve ayrıca; bu konuda tahsis etmiş bulunduğu önemli bir parasal kaynakla öncülük yapmaktadır. Bu durum bazı batılı çevrelerde tedirginlik yaratsa da; doğu batı ticaretinin artması ve bölgenin dünya ile tekrar entegre olmasının sunduğu çok taraflı kazanç fırsatları genel bir kabul ve destek havası yaratmıştır.
Yeni İpek yolu aksının içinde, Türkler açısından önemli bir proje Bakü-Tiflis-Kars (BTK) demiryolu projesidir. Demiryolu hattı Azerbaycan’ın başkenti Bakü şehrinden Gürcistan’ın Tiflis ve Ahılkelek şehirlerinden geçerek Türkiye’nin Kars şehrine ulaşacaktır.
Bir Kuşak Bir Yol Projesi’nde, Asya ile Avrupa kıtalarını birbirine bağlayacak güzergâhlara bakıldığında, Türkistan ülkeleri ve Türkiye üzerinden geçen orta koridorun mevcut Modern İpek Yolu için en ciddi seçenek olduğu görülmektedir. Söz konusu bu güzergâhta demiryolu öne çıkmaktadır. Bu bakımdan, BTK demiryolu Modern İpek Yolu’nun en önemli güzergâhının temelini oluşturacaktır.
Bu demiryolu hattı Türkiye, Azerbaycan ve Türkistan bölgesini, başta ekonomik çıkarlar açısından olmak üzere, birleştirmeyi ve Çin’e kadar kesintisiz, güvenilir ve ucuz bir ulaştırma hattının tesisini amaçlamaktadır. İstanbul Boğazı altından geçen Marmaray Projesi’ne paralel olarak, Bakü-Tiflis-Kars Kesintisiz Demiryolu Projesi hayata geçirildiğinde Avrupa’dan Çin’e demiryoluyla kesintisiz ve çok ekonomik olarak yük taşıması mümkün hale gelecektir. Böylece, Avrupa ile Türkistan arasındaki yük taşımalarının önemli bir kesimi demiryoluna kaydırılabilecektir. Proje, Türkiye’nin tarihten aldığı kültürel ve tarihi mirası ile Kafkasya ve Türkistan’daki soydaş ülkelerle yakınlaşmasına katkı sağlayacaktır. Ekonomik olarak bakıldığında ise; BTK projesi Türkistan ve Kafkasya bölgesinin Dünya’ya Türkiye üzerinden açılmasını sağlayacaktır.
3.2. NİSPİ NÜFUS AZLIĞI
Nüfus yapısı, milli güç unsurlarından birisidir ve silahlı kuvvetleri oluşturacak insan kaynağını oluşturduğu gibi; ülkelerin ekonomik dinamizmini de belirlemektedir. Ekonomik gelişme ile paralel giden dengeli bir nüfus artışı, ülkelerin jeopolitik etkilerinin genişlemesine imkân sağlamaktadır. Nüfus hususunda kritik konu, insan gücü yani nüfusun faydalı olan kısmının oransal yüksekliğidir. Yani eğitimli, çalışabilir, orduda hizmet görebilir nüfus olarak da tanımlanabilir. Genç nüfusun oranının fazla olması; iyi eğitim, milli duygu, inanç, tarih şuuru gibi değerlerin verilebilmiş olması ve istihdam politikaları ile beraber değerlendirilebilirse, insan gücüne olumlu katkılarda bulunur.
Nüfusun fazlalığı ve azlığı bir harbin yürütülmesinde seferberlik ihtiyaçları açısından kritik önemdedir. Milli hedeflerin ancak milletin desteği ile sürdürülebilecek mücadeleler sonucu elde edilebileceği ve bir coğrafya üzerinde yaşayan halkın, stratejinin temel faktörlerinden birisi olan “Kuvvet”i oluşturan temel bir unsur olduğu unutulmamalıdır.
Türk Cumhuriyetleri’nin nüfusu toplamı 70 milyondur (Azerbaycan’ın nüfusu 9.8 milyon[37],[38] , Özbekistan’ın nüfusu 31 milyon[39],[40], Türkmenistan nüfusu 5.5 milyon[41], Kazakistan’ın nüfusu 18 milyon [42],[43], Kırgızistan Nüfus 5.7 milyon civarındadır[44],[45] ) Bu nüfus toplam haliyle bile, Çin ve Hindistan’ın milyarı geçen devasa nüfusları ile 145 milyonluk Rusya karşısında son derece yetersizdir.
Yaşlanan ve azalan nüfusun çalışabilir nüfus oranlarını düşüreceği; çalışan nüfusun azalmasının tasarruf oranlarını azaltacağı; emeklilik kurumlarına yeni çalışan girişlerinin azalması ve emekli maaşı alanların çalışan ve prim ödeyenlere oranının artmasıyla devlet bütçelerinde çok ciddi ilave mali yükler oluşacağı dikkate alındığında; ekonomik büyümeyle dengeli bir nüfus artışının refah ve güç artışı için ne kadar önemli olduğu daha iyi anlaşılabilmektedir.
Türk Cumhuriyetleri ve topluluklarının, mevcut durumu itibariyle çevre devletler nezdinde karşı karşıya bulundukları nispi nüfus azlığı dezavantajına karşı; öncelikle ortaklık duygularını geliştirerek, ortak yönetişim projeleri ve politikaları geliştirmeleri gerektiği görülmektedir.
3.3. SU KITLIĞI
Su Türkistan’da ciddi ve yaşamsal önemde olan bir doğal kaynaktır. Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan, Türkmenistan ve Özbekistan’dan oluşan Türkistan Bölgesi dört milyon kilometrekare genişlik ile Hindistan, Pakistan ve Bengaldeş’in toplamından daha geniş bir bölgedir. Ana su kaynakları bölgenin doğusunda bulunan Pamir ve Tanrı Dağları’ndan doğan ve Aral Gölü’ne dökülen Seyhun (Amu Derya) ve Ceyhun (Siri Derya) nehirleridir. Başka bir deyişle su kaynağı açısından zengin bölge ülkeleri dağlık olan Kırgızistan ve Tacikistan’dır.
Bölge iklimi kurak-yarı kurak olduğundan tarım ancak sulama ile yapılabilmekte bu da, gelişmiş bir su taşıma ve sulama sistemi gerektirmektedir. 19 uncu yüzyılda Rus işgali sonrasında bölge; yeni sulama teknolojilerinin devreye sokulmasına paralel olarak, büyük bir pamuk üretim merkezi haline gelmiştir. Ancak çevreyi ve geleceği düşünmeden emperyalist sömürü politikalarının bir yansıması olarak, yüksek üretim için aşırı su kullanımı sonucu, 1960’lı yıllardan itibaren su kaynakları yetersiz kalmaya ve azalmaya başlamıştır. Aşırı sulama tuzlanmaya yol açarak tarım arazilerinin kalitesini düşürmüştür. Nehir sularının aşırı kullanımı, bu nehirler sayesinde beslenen Aral Gölü’nün büyük oranda kurumasına yol açmıştır.
Zamanında büyüklük sırasına göre Hazar Denizi, Superior Gölü ve Victoria Gölü’nden sonra gelen, 68.000 km² yüzölçümü ile Dünya’nın en büyük 4. gölü olan Aral Gölü, günümüzde maalesef sularının büyük bölümünü kaybetmiş durumdadır. Aral artık doğu kısmındaki suların tamamını kaybetmiş ve adeta bir çöl haline gelmiştir. Günümüzde Aral Kum Çölü olarak adlandırılan bu çöl, uzmanlara göre tuzlu kum tozlarının rüzgârla taşınmasıyla bölgeyi daha büyük bir çevre felaketiyle karşı karşıya bırakmaktadır.
Türkistan ülkelerinin küresel ısınma da dikkate alındığında; çok daha ciddi sorunlara neden olması beklenen su kıtlığı konusunda, ortak su kullanımı yönetimine geçmekten ve daha az su kullanan ürün ekimi gibi ortak tarım politikaları geliştirmekten başka çareleri yoktur. Aksi takdirde; izlenmekte olan yerel, bölgesel, menfaat temelli, uzlaşmaz politikalar Türkistan Bölgesi’nin toptan mahvına sebep olabilecektir.
4. SONUÇ
Dünyada siyasi coğrafyada ve siyasal güç hiyerarşisinde meydana gelen değişimlere bağlı olarak yeni bir jeopolitik ortam doğmaktadır. Bu ortamı şöyle özetlemek mümkündür;
Ülkeler arasında ideolojik mücadelenin artık bittiğini iddia etmek mümkündür. Bu durumda ülkeler arasındaki rekabet ve mücadelede jeopolitik yaklaşım ön plana çıkmış durumdadır.
İki kutupluluktan sonra tek kutuplu sistem sona ermiştir/ermektedir. Çok kutuplu bir sistem ya da yeni farklı bir sistem kurulması için mücadele ve geçiş dönemine girilmiş bulunmakta ve bunun sancıları yaşanmaktadır.
ABD’nin liderlik ve üstünlüğünü kaybetmesi, uluslararası krizleri çözüme kavuşturmada yetersiz kalması ve bunun farkına varması, Rusya’nın Sovyetlerin yıkılması neticesindeki kayıplarını geri almak üzere revizyonist bir politikaya yönelmesi, Çin’in ekonomik ve askeri yönden dünya liderliğine oynaması, Hindistan’ın gelişmesi, askeri ve ekonomik olarak güçlenmesi, Avrupa’nın ekonomik durgunluktan çıkamaması ve AB projesinde sorunlarla karşılaşması, Arap ülkelerindeki dini aşırılıkçı terör, mezhepsel ve etnik iç çatışmaların yarattığı istikrarsız ortamı ve bu ortamın çevre ülkeler yayılma riski genel jeopolitik resmi oluşturmaktadır.
Türk Dünyası ekonomik askeri ve beşeri yönden büyük ülkelerin arasında sıkışmış ve bölünmüş durumdadır ve jeopolitik vizyon eksikliği bulunmaktadır. Jeopolitik yaklaşımla geliştirilecek ortak bir jeopolitik bakış açısı vizyon eksikliğini giderecek, ortaklık duygusunun gelişmesini ve ortak kalkınma ve refah anlayışının kökleşmesini sağlayacaktır.
Dünya’da ülke ve milletler arasında tekrar canlanmaya başlayan rekabet ortamında, birlik ve dayanışmanın gücünün farkına varmamız gereklidir.
Akılda tutulması gereken konu; “doğrular ve/veya doğru kabul edilen algıların sosyal olarak inşa edilmekte olduğudur”. Sosyal inşa sürecinde ise, Jeopolitik çalışmalar önemli bir yer tutmaktadır.
Türk toplulukları arasında ortak bir jeopolitik bakış geliştirilmesi ihtiyacının mevcut olduğu görülmektedir. Ortak jeopolitik bakış, ortak bir jeopolitik bilinç ve vizyona sahip olunmasının yolunu açacaktır. Başta elitler olmak üzere Türk halklarının ortak bir jeopolitik vizyona sahip olması ile ortak bir kimlik ve gelecek tahayyülü mümkün hale gelebilecektir. Tüm bunların sonucunda ise; Türk dünyasının gücünün ve etki alanının yani zenginlik ve refahının artmasının yolu açılmış olacaktır.
Ortak bir jeopolitika geliştirilmesi için; bu konuda yapılacak çalışmaların koordineli bir şekilde sürdürülmesi gereklidir.
Bu maksatla; akademisyen ve sosyal bilimcilerden müteşekkil bir Türk Jeopolitikası Çalışma Komitesi’nin kurulması; Çalışma Komitesi’nce Web temelli bir Türk Jeopolitika Forumu tesisi ve burada bilgi ve düşünce paylaşımı yapılması, ortak kongre, seminer ve çalıştaylar gibi çalışmalar yürütülmesi ve ortaya konacak ürünlerin Türk toplumlarına ulaştırılması önemli bir ihtiyaca cevap verecektir.
KAYNAKÇA
2148 Görüntülenme Sayısı