Büyük Müttefik Türkiye?den Ne İstiyor?
Göktürk Tüysüzoğlu
Yrd.Doç.Dr.
Türkiye’nin son dönemde “büyük müttefik”i ile arasının “limoni” olduğu hepinizin malumu. Özellikle Suriye ve Irak’ta yaşanan gelişmeler, FETÖ Elebaşı Fethullah Gülen’in iadesine dair olumlu olarak görülebilecek bir gelişmenin olmaması ve Washington’un PYD/YPG’ye silah aktarımı dahil her türlü desteği vererek Rakka Operasyonu’nu SDG adı altında bu aktörle gerçekleştirmesi bu durumun açık birer göstergesi olarak yorumlanabilir. Bu bağlamda, Ankara’dan hemen her gün Washington’a olan kızgınlığı ya da kırgınlığı ifade eden açıklamalar geldiği gibi, Türk Hükümeti, ABD’yi kızdıracak ya da tedirgin edecek hamlelerde bulunarak “kontrollü bir gerginlik” yaratmaya çalışmıyor da değil. Ne var ki, bu gerginliğin ABD’den çok Türkiye’ye zarar vermesi ihtimalinin olduğu da ortada. Operasyonel bir aktör olarak her an kullanılmaya hazır tutulan IŞİD’in Türkiye’de eylem yapma ihtimalinin artıyor olması bunlardan biri olarak görülebilir. Diğer husus ise, “ne hikmetse” bir türlü engellenemeyen “kazalar” sonucu düşen askeri helikopterler ve PKK’nın yurtiçinde düzenleyebileceği silahlı eylemlerin sayı ve etkinlik bakımından artması ihtimalidir. Önümüz yaz olduğu için PKK’nın bu bakımdan “avantajlı” olduğu gerçeği de dikkatlerden uzak tutulmamalıdır. Ayrıca oldukça “kırılgan” olduğu açıkça ortada olan Türk Ekonomisi’nde önümüzdeki aylarda yaşanabilecek büyük bir kriz de “hiç şüphesiz” büyük müttefikin bilgisi dışında olmayacaktır.
Peki, son dönemde ciddi sorunlar yaşanan “büyük müttefik” Türkiye’den ne/neler istiyor? Aslına bakarsanız çok şey istemiyor (!) Her şeyden önce ve özet olarak, dış politika anlayışının kendisininkiyle tıpkı Soğuk Savaş’ın büyük bölümünde olduğu üzere tamamıyla aynı çizgide şekillenmesini, daha bağlantısız ve çok yönlü denilebilecek bir strateji geliştirilmemesini ve “tek boyutluluğa” entegre, edilgen ve Ortadoğu ile Avrasya’da yaşanan/yaşanacak gelişmeleri Washington aracılığıyla okuyan bir aktör istiyor. Şunu sorabilirsiniz; Türkiye gerçekten çok yönlü, etken ve bağlantısız bir dış politika anlayışına mı yöneldi? Bu sorunun cevabı son derece tartışmalı. Ancak bana göre Türkiye, 1990’lı yılların başında sarf edilen “büyük sözlerinin” arkasında duran bir dış politika anlayışı geliştirebilmiş değil. Fakat bunun nedeni, Soğuk Savaş’ın “edilgen” mantığından hala tam anlamıyla kurtulamamış olması ve dış politikaya “reel” unsurlar üzerinden değil, hala “kimlik”, “din/mezhep” ve “duygusal” faktörler aracılığıyla yaklaşıyor oluşudur.
ABD, bugün Türkiye’den ne istiyor sorusunun pratikte geçerli olan cevapları ise çok belirgindir. Birincisi, Kürtler özelinde Ortadoğu’nun kuzeyinde yaratmaya çalıştığı, “federal” mi yoksa “üniter” mi olacağına henüz karar veremediği, PKK ya da PYD çizgisi ile Barzani-Talabani ikilisini uyumlulaştırma noktasında ne yapacağını şimdilik kaydıyla öngöremediği “siyasal projeye” zarar verecek faaliyetlerden kaçınmasını ve bu projeye “kol-kanat gererek” destek vermesini sağlamaktır. Yani IŞİD ile mücadele üzerinden anlamlanan “Kürt siyasal varlığını” ve “ortak kimliğini” konsolide ederek Türkiye’ye de kabul ettirebilmektir. İleride, Irak ve Suriye özelinde yaratılan bu yapıyı Türkiye’ye “gevşek” bir bağlamda entegre etmeyi dahi deneyebilecektir. Başkanlık sistemi ve federasyon tartışmalarını bu çerçevede de ayrıca okumak gerekir.
İkincisi, İran’a yönelik bölgesel kamplaşmaya Türkiye’yi de açıkça dahil ederek, İsrail’in çıkarlarını gözetmek ve Ortadoğu’da İsrail-Suudi Arabistan ve diğer Körfez kuklaları (Katar son dönemde sorun çıkarıyor ama bir şekilde zorla da olsa ikna edilecektir, ne de olsa Katar, 300 kişi ve TV istasyonundan oluşan bir siyasal yapı) ile Türkiye’nin de içerisinde yer alacağı bir birliktelik yaratabilmektir. Bu birlik, “Şii” İran’a karşı, “Sünni” Araplar ve Türkiye ekseninde kurgulanacağı için, Ortadoğu’daki ayrılıkları da körükleyecek, anlaşmazlıkları tetikleyecek ve İsrail’i de özellikle Filistin, Lübnan ve İran konusunda rahatlatacaktır.
Üçüncüsü ise Türkiye’nin Rusya ile yakınlaşmaya yönelik dış politika stratejisinden duyduğu rahatsızlığı açıkça gösterebilmektir. Şanghay İşbirliği Örgütü’ne katılım söylemi, Türk Akımı ve Akkuyu Nükleer Santrali projeleri ile son olarak bir NATO üyesi olmasına karşın “S-400 hava savunma sistemi” alımına yönelik Moskova ile uzlaşmaya varılmak üzere olması Washington’da çok büyük bir tepkiyle karşılanmaktadır. Kapalı kapılar ardında Türkiye’nin tehdit ediliyor olması da çok olasıdır. ABD, S-400 sisteminin NATO’nun hava savunma sistemine asla entegre edilmeyeceğine yönelik açıklamaları da ortadadır.
Dördüncüsü ise Türkiye’nin “Tek Kuşak, Tek Yol” zirvesine katılarak, çok yönlülük yönünde attığı adımdan ve Çin ile gelişebilecek ilişkilerinden rahatsızlık duyulmasıdır. Washington, “İpek Yolu” inisiyatifinin Çin tarafından değil, AB ve ABD tarafından şekillendirilmesi gerektiğini ve Pekin’in böyle bir inisiyatifte yer almasını isterken, Çin’in ön alıcı hamlelerle direksiyonu ele geçirmesi, Washington’da rahatsızlık yaratmıştır. Proje açısından çok önemli bir noktada duran Ankara’nın da Pekin’e “olumlu” bakıyor olması, ABD’yi rahatsız etmektedir. Beşincisi ise, Türkiye’nin ABD’yi “teröre” ve “darbelere” destek veren aktör olarak sunan açıklamalarına, doğrudan “terörü” kullanarak karşılık vermesi yani misillemede bulunmasıdır.
Görüldüğü üzere, “büyük müttefik”, Türkiye’den pek fazla bir şey istemiyor (!) Dış politika anlayışının bağlantısız, ulusal çıkara odaklı, çok boyutlu ve etken olmasını istemiyor o kadar. Türkiye, bu durumu, görüntüde ve söylemde değil, eylemde çok boyutlu, “din”, “mezhep”, “kimlik” gibi organik hususları dışlayan ve reel unsurların altını çizen, sürekli dost ya da düşman anlayışını dışlayan ve belki de NATO üyeliğini gerçekten tartışmaya açan bir çerçevede karşılık vermesi gerekir. Zaten büyük zarar içerisinde olunan bir konjonktürde, alternatifleri tartışmak ve “doğruyu” aramak yanlış olmasa gerektir.
1926 Görüntülenme Sayısı